SULTAN VELED’E GÖRE İNSAN

Hülya KÜÇÜK, Prof. Dr.

Sultan Veled’in insana bakışı tarzı babasının bakış tarzından çok farklı değilse de, yorumlarında kısmen ayrılmaktadır. Ona göre yaratılmış olan canlılar üç nev‘dir: Melek, hayvan ve insan. Melekler tamâmen ulvî, hayvanlar bunun tam zıddı bir şekilde kâmilen süflî, insanlar ise yarısı ulvî yarısı süflîdir.  Süflî olan yarısı, ki vücûdudur,  ferşîdir (dünyevîdir). Bu, hayvanların gıdâlarıyla beslenir ve onunla kāimdir. Ulvî olan yarısı, aklî ve arşîdir (ma‘nevîdir).  Bu yarı, meleklerin gıdâlarıyla beslenir: Zikir gibi, fikir gibi, ilim ve basîret gibi. Âkil olan insan, vücûdun gıdâsını mütemâdiyen azaltarak cânın gıdâsını artırır. Böylece melekî olan aklı kendi cinsinden kuvvet bulur. Zarûret olmadıkça uyku ve yemekle sınırlı olmaz. Zîrâ onda nefis hayvanı ne kadar zayıf düşerse, akıl meleğî de o nisbette kuvvetlenir. Bu şekilde devam ettiği sürece melekiyyet gâlib, hayvaniyet mağlûb olur. Mağlûb ise yok hükmündedir. Çünkü itibâr gâlibedir. İnsanda hangi sıfat gâlib olursa ona o isim verilir.

در تو شیطانی و روحانی و رحمانی موجودست

از شمار هر که باش آن بوی روز شما

(Sende şeytânîlik, rûhânîlik ve rahmânîlik her üçü de mevcuttur.

Hangisinden ma‘dûd isen, kıyâmette o olursun)

beytinin de belirttiği gibi, [1] bu hâli kıyâmette de hangi sınıftan olacağını belirler.

Sultan Veled, insandaki bu  melekî ve hayvânî hâssaları bâzen nûr ve zulmet olarak ifâde eder. İnsanda bu nûr ve zulmetten hangisi gâlib olursa o sıfatlarla bilinir. Daha önce de belirttiği gibi, insanda zikir ve tâat gâlib olursa melekler sırasına girer. Yemek, uyumak gibi şehevât ve dünyâ gâlib olursa hayvanâttan ma‘dûd olur. Sevâbı ağır gelenler cennete, nefislerine esîr olanlar cehenneme girerler. فمن ثقلت موازنه فأولئک هم المفلحون. فمن خفت موازنه فأولئک الذین خسروا أنفسهم فی جهنم خالدون  (Mîzânda sevâbı ağır gelenler, felâh bulurlar. Hafif gelenlerse nefislerini zarara dûçar edenlerdir ki cehennemde muhalled/dâimî kalırlar: el- A‘râf 7/8). [2]

Sultan Veled, bu zulmânî ve nûrânî güçleri tanımlarken bazen farklı motifler kullanır:

Sende hem şeytan, hem Süleymân var. Yarın küfür, yarın imandır

Kurân’da: “Her ikisi de senin gönlündedir. Küfür de iman da senden baş göstermiştir, der.

Her ikisi de yağ ve ekmek gibi birbiri içindedir. Yağ, ekmeğin içine işlemiştir

derken[3] şeytanı zulmetin, Hz. Süleymanı da nûrun sembolü olarak sunmaktadır.

Sultan Veled’e göre, Allah yolunu taleb edenler (tâlibler), bu yolda yürüyen insanlar (sâlikler) ve  maksada erenler (vâsıllar) de üç nev‘dir. Bir kısmı burada, yâni dünyâda iken istediklerine eremezler; istedikleri ölümden sonra hâsıl olur. Zîrâ dünyâ ekin ekme yeridir. Dünyâda ektiklerinin mahsûlünü âhirette elbette alacaklardır. Bunun delîli: “ فمن يعمل مثقال ذرة خيرا يره (Zerre ağırlığınca da olsa hayır işleyen mükâfâtını görür: ez-Zilzâl 99/7-8)  âyet-i kerîmesidir.  İkinci kısmı, bu dünyâda iken istediklerine erenlerdir. Onlar burada hayır amellerinin mükâfâtını bulurlar. Üçüncü kısım da zâten ervâh/rûhlar âleminden bu dünyâya kâmil olarak gelmişlerdir ki kendi mülk ve velâyetleri olan dünyâyı  temâşa etsinler/seyretsinler, sâliklerle tâliblerin işlerini tanzîm etsinler ve onlara yardım eylesinler. Tâlib olmayanlara da isti‘dâd ve kābiliyetleri derecesinde iyilikleri dokunsun. Nitekim  bahar, her ağaca, her ota, kābiliyetlerine göre  meyve ve yaprak bahşeder. Allah Taâlâ bunları âlemlere rahmet olarak göndermektedir. [4]

Sultan Veled’e göre, velâyetin aslı, Hak’tan haberdâr olmaktır ve haberdâr olan ya nebîdir yâda velîdir: “O kimseyi ki Cenâb-ı Hak kendinden haberdâr etti, o habîr/haberdâr olan herkesten mümtâz oldu, o onların cinsinden  değildir. O mümtâz/seçkin şahıs, ya nebîdir veya velîdir. ”[5]  Velîler, mü’minlerin vâsıllarıdır, yâni Hakk’a ermiş olanlarıdır. Zîrâ, her ne kadar da bütün mü’minler Hakk’ın dostları ise de Hakk’a vâsıl olmak açısından  “Mü’minler ve tâlibler [cennetteki makāmları açısından] üç nev’dir. Bir kısmı dünyâda الدنیا مزرعة الآخرة (Dünya, âhiretin tarlasıdır) [hadîsi][6] fehvâsınca amel ve ibâdete sa‘y ederler/çalışırlar. Dünyâda her kimin ibâdeti daha ziyâde ise âhirette de onun lâyık olduğu makām yüksektir. [7]

Sultan Veled, cennetteki makāmları anlatırken, sırasıyla cennet ehli, ebdâl, vâsıl olan velî (âşık), kutb  tâbirleriyle konuyu îzâh eder ve bu sıraya göre cennetteki makāmlarının belirlendiğini söyler. Mü’minlerden bâzıları ibâdetlerinin çokluğu ile cennete nâil olmuşlardır. Onlar Hak ile kāimdirler. Kendilerine mev‘ûd olan her şeyi burada peşin olarak bulmuşlar ve Hakk’ın kullarının işlerini tedbîrde/idârede kullandığı âletleri, yâni vâsıtalar olmuşlardır. Onlardan husûle gelen her şeyi Hak’tan bilmek lâzımdır.  Sultan Veled bu görüşlerini pederi Mevlânâ’nın Dîvân’ından aldığı bir beyitle te’yîd eder:

    فانی زخود و بدوست باقی      این طرفه کی نیستند و هستند

(Evliyâ-i kirâm kendilerinden fânî ve Dost [Allah] ile bâkîdirler. Şurası gariptir ki onlar hem yokturlar, hem vardırlar). [8]

Sultan Veled’in burada kullandığı metaforlarda kimyâ ilminden de yardım alarak der ki: Meselâ bir bakır parçası, kimyâ vâsıtasıyla altına  tahavvül ettiği zaman yok olur, çünkü meydanda bakır kalmamıştır. Aynı zamanda vardır da. Çünkü altın olarak mevcûd bulunur. Evliyâyâ bundan dolayı “ebdâl” denilir. Çünkü tebeddül etmektedirler. Bunlarla olan topluluk, Hakk’ın vekilleridir. Onların makāmına erenler, cennet ehlinin fevkindedir. Cennet ehli onlardan uzakta ve onlardan habersizdirler. Onlar cennet ehlinin son pâyesine yükselmişlerdir. O, Hakk’ı görme ve buluşma mertebesidir.  Bu makām, son makāmdır ve bunun fevkinde makām yoktur. Hallâc-ı Mansûr (v. 309/921) burada   “‘أنا الحق” ”, Bâyezid  Bistâmî (v. 261/874),  ” لیس فی جبتی سوی الله ” ve   “سبحانی ما أعظم شأنی”  demişlerdir. Diğer evliyâ da bu makâmda muhtelif ibârelerle bu meâlde sözler söylemişlerdir. Ve bunların cümlesi de Hak âşıkları, hepsi de vâsıl ve kâmillerdir. [9]

Nâdir olan bu muazzam makāmın fevkinde/üstünde Hak Taâlâ Hazretlerinin bir topluluğu daha vardır ki onlar, Sultan Veled’e göre “nâdirin nâdirler”idir. Bunlar Hakk’ın mâşûklarıdır. Nasıl alt basamaktaki cennet ehli, vâsıl olan velîlerin (âşıkların) makâmından uzak ve mahcûb/perdeli iseler, bu kâmil vâsıllar da onların makâm ve mertebelerinden uzak ve mahcupturlar. Hak Taâlâ Hazretleri gayretinden nâşî onları kimseye göstermemektedir.  Nasıl ki dünyâda büyük bir pâdişâh, kendisiyle musâhib olan umerâ, vüzerâ ve nâiblerinin her birine derecelerine göre mevki verir ve her arzularını yerine getirir. Fakat bunlardan biri pâdişâhtan, mâşûkunu kendisine göstermesini ve beraber bulunmasını istese başını tehlikeye sokar. Bundan anlaşılır ki Hak Taâlâ Hazretleri havâssın havâssı/seçkinlerin seçkini olan mâşûklarını bu kâmillere göstermekten sakınır. Çünkü bunlar da onların makām ve mertebelerinden uzaktırlar.[10]

Sultan Veled’e göre, yeryüzünde insanlar var oldukça, velîler de var olacaktır. Bu, “Allah’ın tecellîlerinin devamlı olması” ile ilgilidir. Yerle gök var oldukça velîler de vardır: Zîrâ âlem, bir kimsenin hayâtı için var olmuştur. Nitekim babası Mevlânâ da buyurmuşlardır:

این قدر عقلی نداری که بدانی آخر

گر نه شاهیست پس این بارکه  سلطان چیست

(Şu kadar şeyi düşünemiyorsun ki eğer pâdişâh yoksa, bu pâdişâh çadırı [da] ne oluyor?) O velîyy-i vâsıl, sûret âleminden çekilince (son velî vefat edince) ve yerine oturacak kimse de kalmayınca, gökyüzü çadırlarıyla zemîn bisâtını dürüp, büküp kaldırırlar. ”[11]

Velâyet mertebesine eren insanın iki âlemde de cânı, Hak’tır. O, Hakk’ın tecelli ettiği yer, hatta  “Ayn-ı Hak” (Hakk’ın hakîkati, O’na bitişik)’tır.  Artık onun görmesi, Hakk’ın görmesi gibi olur. Nitekim Cenâb-ı Hak bir kudsî hadîste: “Benimle görür, benimle  işitir. Ben dostlarımdan ayrı değilim” buyurmuştur. (……) bu demektir ki veliyi benim Zâtımın mazharı bil. Onu gören, âfillerden (fânilerden) olmaz. O, bâkî kalır/kalıcı olur. Çünkü  bâkîyi ele geçirmiştir. Cân şarâbı içer. Çünkü sâkîsi/içkiyi sunan, yanındadır. ”[12]

 


· Bu makale, yazarın, Sultan Veled’in İntihâ’-Nâme’si.Küpten Sızan Harfler ve Halka Açılan İlâhî Sırlar, adlı basılmak üzere olan çalışmasından küçük bir kesittir.

[1] Sultan Veled, İntihâ’-nâme, ed. Muhammed Ali Haznedârlu, Tahran: İntişârât-ı Ravzane, Çâbhâne-i Leylâ, 1376 (Şemsî), 142 / Sultan Veled, İntihâ’-nâme, tr. Hakkı Eroğlu, SÜSAM, no. 103 (Buradan sonra Tercüme), 102 (Başlık).  Bu sözleri krş. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, VII, 434; Mevlânâ XE “Mevlânâ”  Celâleddîn Rûmî, Fîhi Mâ Fîh XE “Fîhi Mâ Fîh” , haz. B. Firûzanfer, Tahrân, 1342, 77-78/tr. A. A. Konuk XE “Konuk” , haz. Selçuk Eraydın, İstanbul, 1994, 73-74.

[2] Sultan Veled, İntihâ’-nâme (1376) 87 / (Tercüme), 58 (Başlık)

[3] Sultan Veled XE “Sultân Veled” , Mesnevî XE “Mesnevî -i Veledî Be Bahr-i Hafîf, Ma’rûf Be Velednâme (buradan sonra İbtidâ’-nâme XE “İbtidâ-nâme” ), haz. Celâl Hümâî, Tahran, 1355/1936, 319.

[4] İntihânâme (1376),  144/ (Tercüme),  104 (Başlık).

[5] İntihânâme (1376),  10/ (Tercüme),  4 (Başlık).

[6] Sehâvî, Mekāsıd’da: “İhyâ’da zikredilmesine rağmen ona (bir yerde) rastlayamadım” demiş, Aliyyu’l-Kārî  ise manâsının: “Sizden kim âhiret tarlasını (kazancını) istiyorsa, onun tarlasını (kazancını) artırırız” âyetine [Şurâ 42/20)  dayanarak sahîh olduğunu söylemiştir. Hâkim de sahîh olduğunu söylemiştir: İsmâîl b. Muhammed XE “Muhammed”  el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ’, 2 c. , Beyrut, 1351 h. , I, 412.

[7] İntihânâme (1376),  144/ (Tercüme),  104 (Başlık).

[8]  Beyit, Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr’inde geçmektedir (Bkz. I, 512;  Şefik Can (haz. ), Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, İstanbul,  I, 97).

[9] İntihânâme (1376),  10-12  / (Tercüme), 4-6.

[10] İntihânâme (1376),  10  / (Tercüme), 5.

[11] İntihânâme (1376),  224/ (Tercüme), 167 (Başlık).

[12] İntihânâme (1376),  119, be. 2523-35/ (Tercüme),  84, be. 2310-22.