Eserleri

Meliha Ülker ANBARCIOĞLU

Sultan Veledin eserleri Mevlânâ’nınkiler gibi manzum ve mensur olmak üzere ikiye ayrılır. Babası gibi bir divan üç mesnevi ve bir de mensur Maârifi yazmıştır. Ancak Sultan Veled devrinde Türkçe’nin Anadolu’da varlığını kabul ettirecek bir hâle gelmesinden dolayı,eserlerinde Türkçe’ye daha fazla yer vermesiyle Mevlânâ’nın eserlerinden ayrılmaktadır.

Sultan Veledin eserleri yazılış tarihine göre sırasıyla şunlardan ibarettir:

1-DİVAN.

Sultan Veledin Mevlânâ’ya uyarak tahminen 660/1267-69/1291 tarihleri arasında tanzim ettiği Farsça Divan’ında aruzun muhtelif kalıplariyle yazdığı 925 gazel ve 455 rubai mevcuttur. Hepsi, 12719 beyittir. Bunun 129 beyti Türkçe’dir. Büyüklerden Kılıç Arslan, Taceddin Hüseyin, Emin Alâmeddin Kayser, Muinûddin Pervane, Sahip Atâ Fahreddin Âli, Güneş Hatun, Selçuk Hatun ve Tabib Ekmelüddin için yazılmış övgüler ve mersiyeler müstesna, bütün gazeller tasavvufi ve didaktik bir mahiyettedir. Bu gazellerin ve rubailerin en büyük özellikleri ifâ­denin hepsinde açık ve sâde oluşudur.”

2-İBTİDANAME

Sultan Veledin 25450 beyitlik üç ayrı ciltten müteşekkil mesnevilerine”Mesneviyât-ı Velediye” denilir. Bunların birincisi olan İbtidâname 690/1291 tarihinde yazılmıştır. Ve fâilâtün mefâilün fâîlün veznindedir. Her birinin başın­da kısa veya uzunca mensur bir kısım bulunan 163 parça manzum kısımdan oluşan bu eser Türkçe 80 beyti ile birlikte çeşitli yazmalara göre 9 bin ile 10 bin beyit civarındadır. Sultan Veled, bu mesnevide, Mevlânâ ve onun hemdemi ve musahibi olanların, Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizi, Şemseddin Tebrizî, Salâhaddin Zerkûbî ve Şeyh Kerimüddin Begtimur gibi, büyüklerin hal tercümelerini anlatmıştır: Eserin edebi değeri büyük olmakla beraber Mevlânâ ve etrafındakiler hakkında müracaat edilecek güvenilir ve önemli bir kaynak olmakbakımından bilhassa, değerlidir. Eflâkî ve Risâle-i Sipehsâlâr sahibi Feridun Ahmed eserlerini yazarken Ibtidanâme’den çok faydalanmışlardır.

                                                        Okumak isterseniz >>>

3-REBÂBNÂME

Mesneviyât’ın ikinci cildi olan Rebâbnâme’de Hicri 700/1300 tarihinde yazılmıştır. 8000 beyitti ve fâilâtün fâilâtün fâilün veznindedir. Mesnevinin sonunda: “Bu defterde bildiğim şeyleri iki yüz şekilde açıklayarak bildirdim. Bunlar pek yüksek şeylerken herkesin anlayabileceği bir hale getirdim. Orta halli bir sâlik bile bunları anlayabilir. O halde huccetullah benim zamanımda Müslümanlara tamam olmuştur. Bu kitabı okuyup da Hak yoluna gitmeyen ve Hakka ermeyen kimse için artık hiçbir sebep kalmamıştır.” demekle Sultan Veled, eserinin gaye ve mâhiyetini anlatmıştır. Yani bu eserde de tasavvufı düşünce ve öğütler yer almıştır. Bu Farsça mesnevilerden İbtidanâme’de 80, Rebâbnâme’de de 162 Türkçe ve yine Rebâbnâme’de 26 Rumca beyit mevcuttur.

                                                        Okumak isterseniz >>>

4-İNTİHANÂME

Mesneviyât’ın’ sonuncusu olan Intitanâme’nin yazılış tarihi 700/1303-712/1312  tarihleri arasındadır.   7000 beyittir ve fâilâtün  fâilâtün  fâilün veznindedir. Bunun da mukaddimesinde Sultan Veled, hikmet ve vaazların tekrarı lüzumundan ve ilk iki mesnevisindeki hükümleri başka bir şekilde ifade ettiğinden bahsederek konu ve mahiyetini belirtmiş oluyor. Tamamen tasavvufi öğütlerden ibaret olan bu mesnevi de sade ve akıcı bir Farsça ile yazılmıştır.

Sultan Veledin bu manzum eserleri arasında güzel ve kuvvetli yazılmış gazeller vardır. Ancak umumiyetle telkin ve öğretme, eğitme amacıyla yazılan ve şiiri şiir yapan duygu ve hayal gibi unsurlar bakımından zayıf olan bu manzumeleriyle, onu bir şair olmaktan ziyade bir nâzım olarak kabul etmek yerinde olur. Bütün manzumelerde hâkim olan yegâne unsur, fikirdir. Esasen “Şiirden vazgeç Veled, çünkü Allah tecelli etti. Nazım, şâirlerin nasibi, mahvolmak ise, senin kaderindir” ve “Şiirin benim için ne değeri var? Benim şâirlerin hüneri olan şiir söylemekten başka bir sanatım var.” beyitleriyle Sultan Veledin de şairliği kendisine maletmediği anlaşılmaktadır. O, şiirigaye değil, vasıta bilmiştir. Nazmının en büyük özelliği kendisinin de şu rubaisinde söylediği gibi, ifadesinin açık ve sâde oluşudur.

Bûd rûşen suhenhâ-yı ki goftem

Suhen râ muşkil u muğlâk negoftem

Hezâran dür-ri deryayı maâni

Berâverdem berâ-yi halk suftem,

“Söylediğim sözler aydınlık ve parlaktı. Müşkil ve muğlâk bir söz söylemedim. Mânâ denizinin binlerce incisini topladım ve halk için deldim, deldim”

Kâtib Çelebi’nin Keşfü’z-Zunûn adlı kitabında Sultan Veled’in, Nâfı’fılfüru adlı bir eseri daha olduğu yazılıdır. Bu eser hakkındaki bilgimiz, yalnızca isminden ibarettir.

5- Maârif, konusu, mahiyeti, yazılış tarzı ve tarihi:

                                                        Okumak isterseniz >>>

Maârif, Sultan Veled’in Farsça mensur, tasavvufi bir eseridir ve onun tarikat kuruculuğu yönünü, diğer eserlerine nazaran daha açık olarak göstermektedir. Maârif ihtiva ettiği bahislere nazaran muhtelif uzunlukta elli altı fasla ayrılmıştır. Fasıllara başlamadan önce, Sultan Veled, zamanındaki âlimlerin peygamberlerin ve evliyanın her birinin bir mucize ve kerameti tanın­mış oldukları görünüşe karşı kendisinin bunlardan her birinin her türlü mucize ve kerameti gösterebileceklerine, yalnız onların zamanın ve çevrelerinin ihtiyaçlarınıgözönüne aldıklarına inandığını ileri sürüyor ve bu görüşünü:“Evliya vepeygamberlerin Allah’dan ayrı bir varlıkları yoktur. Bunlar, Allah’ın birer âleti hükmündedirler. Allah, her şeyi yapmağa kaadirdir. O halde, bunların da bazı şeyler yapıp, bazılarını yapmamaları söz konusu olamaz. Onların her şeyi yapabileceklerini, her türlü mucize ve kerametleri gösterebileceklerini kabul etmek zorunludur.”sözleriyle savunuyor. Bu şekilde Allah’ın birliğini, bütün kudretin onda olduğunu, onun dışında müstakil bir varlığın olamayacağını anlattıktan sonra, ilk fasılda, amelden kastedilen şeyin namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek olmayıp, bunların yardımı ile, insanın ruhunda, manevî bir ilerleme ve gelişmenin meydana gelmesi ve gerçek dindarlığın da ancak bu olabileceğini belirtiyor. Diğer fasıllarda,tasavvufa, tarikata ve şeriata dair ele aldığı konular, özetle şunlardan ibarettir: Evliya Allah’ın sırrıdır. Allah’ın sırlarını bilmek için onun velîlerini tanımak, bilmek lâzımdır. Herkes Allah’ı idraki ölçüsünde anlayabilir. Allah’ın her insandaki tecellisi başka başkadır. Mü’min kullarına olan tecellisi, onların kendi indindeki değerleri nisbetindedir… Allah’ı bulmak için, kâmil velinin sohbetine mazhar olmak gerekir.

Fakr yolu, şeriatın özüdür. Gerçek kulluk ise, şeriatın dışına çıkmamakdır. Şeriatın aslı ise, Allah’a yönelmek ve O’na kullukta bulunmaktır.

Nebîler ile aynı özellikleri taşıyan veliler de insanları Hakka çağırırlar.Doğuştan iyi olan her muhakkik, bu davete uyar.İnsan, ya muhakkik veyamukallittir: mukallitler davete uymazlar. Bununla beraber insanlar tamamiyle bu cevherden mahrum kalmış değildirler.

Allah’a götüren her vasıta doğru ve Hakkıtandır. Bu dış varlığı muhafaza etmek günahtır. Çünkü ikilik küfürdür. İnsan kendi varlığından kurtulup Allah{da yok olunca, Allah’ı görünce Allah olur. Fakat bunu ancak Allah adamı yapabilir. Binaenaleyh Allah’da yok olmuş. Allah adamından meydana gelen harekette hiçbir hatâ olamaz. Nebîler ve velîler de kendilerinden yok ve Allah ile var olmuşlardır.

Küfür insanda yenilgiye uğramış ve nefs de mahkûm olunca, o insan Allahsal (Rabbanî) olur. Her şey aslında ona döneceğine göre, insan da her şeyin ve ken­disinin aslı olan Allah’a dönecektir. Bunun vasıtası kâmil bir şeyh veya cezbedir.

Şeyh yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Mademki her şey Hak’tandır ve ona döneceğiz, o halde biran önce dönmek ve mesafeyi kısaltmak için bir şeyhe tâbi olmak gerekir. Allah, yeryüzüne nebîleri, insanları hidâyete yöneltmek ve dalâletten kurtarmaları için gönderilmiştir. Şeyh ve nebiler aynı durumdadırlar. Allah, şeyh suretinde Allahlık eder. Her şeyin var olmasında bir neden vardır. İnsan da Allah’ı bilmek için yaratılmıştır. Bunun için Allah’ı bilme yolunda her an iler­lemesi gerekir. Yalnız, Allah’ın zatı hakkında düşünmeyip ancak sanatı üzerinde düşünmelidir. İnsanda doğrudan doğruya Allah’ın zatını anlama gücü ve yeteneği yoktur.

Hak velîlerinin kibir ve tevazuları da tamamiyle Allah’dandır. Bir şeyin iyi veya kötü olabilmesi, Allah’ın rızasına uygun olup olmamasını gerektirir. Fakat kendi varlığından ve benliğinden tamamiyle kurtulup, boşalan Allah ile dolan bir insanın işlerinde Allah’ın rızası artık söz konusu olamaz. Böyle bir kimsenin yaptığı her şey tamamiyle Allah’ın rızasına uygundur. Çünkü meydana gelen her iş aslında Allah’dandır. Bunları iyi, kötü diye ayıran kâfir olur. Allah’ın işlerine itiraz etmemek lâzım geldiği gibi, tarikatta da müridin Allah ile dolu olan şeyhinin işlerine karışmaması ve onları olduğu gibi kabul etmesi zarurîdir. Tevhid âleminde tâlib ile matlup birdir. Bunları ayrı olarak gören ne tâlibdir, ne de matlub.

Allah, yerin ve göklerin nurudur. Her şeyin canıdır. Bu nurdan ancak mü’min bir kulun gönlünden parlayarak etrafı aydınlatır; yani Allah mü’min kulunun gönlünde tecelli eder. Allah için ölenler, görünüşte, ölü, gerçekte Allah’ın huzurunda ve dindirler. Asıl ölüm, bu şekilde ölmemektedir. Gerçek hayata sahib olan Allah ile kaim ve Allah’ın yeryüzünde halifesi olan bir velidir. Bütün bu görülen çeşitli şeylerden Allah’ın birliğine doğru gitmek lâzımdır. Hakikatte suretler, mânadan haber verirler. Herkes mânayı doğrudan doğruya kavrayamaz. Bunu yapabilmek için her mâna bir suret kalıbına girmiştir. Akıllı bir insan, her şeyin suretinden, hayalinden o şeyin gerçeğini arar. Bu âlem de âlemin aksi ve gölgesinden ibarettir. Bu âleme gönül bağlayanlar, hiçbir şeye eremezler. O âlemi ananlar ise ölümsüzdürler.

Kendini bilen Allah’ı da bilir. Benlik ve bizlik bütün kötülüklerin aslıdır. Hakk yolunu katetmek için dert çekmek, sadakat göstermek, şevk ve aşk gerek. Bir insan, maddî varlığından tamamiyle kurtuluncaya kadar kendinden emin olma­malıdır. Bu duygular, daima büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar. Tehlikeyi uzaklaştırmak için büyük bir sadakat ve aşk lâzımdır. Çünkü aşk ölmez, ebedîdir. Yaşamak için Allah aşkı ile ölmek lâzımdır.

Amel ve tâat insanın aslını değiştirmez. Bunlar, ancak insanda yaratılıştan var olan cevherin ziyan olmamasını temin ederler. Amel vacibtir. Uyanık bir kul Allah’ı sebepler perdesinden görebilir. İbâdet ve tâatta bulunup Allah’dan yardım diler.

Dünya ehline, dünya için tevazu göstermek yanlıştır. Tevazu, Allah’ın rızasına uymak için gösterilmelidir. Bu tarz bir davranış, o insanın Allah hakkındaki düşüncelerinin ifadesidir.

Şeyh ve velilerin önünde izzet-i nefsini yokeden, zulmü ve büyüklenmeyi bir tarafa bırakan bir insan, mutlaka Allah’ın inayetine mazhar olur. Dervişlere saygı göstermek lâzımdır. Sevgi ve düşmanlık da Allah’ın rızası için olmalıdır.

Herkesin sırrını Allah ve Allah adamları bilir. Bunlardan başkaları için bu sırlar, bu dünyada gizlenmiştir. Kıyamet, benlik perdesinden kurtulmaktan, dalâlet perdesini yırtmaktan ve Allah’ın kemal güneşini müşahade etmekten ibarettir. Bunlar da, nebilere bağlanmakla mümkün olabileceğinden, nebilerin ve peygam­berlerin varlığı bir Kıyamettir. Onlar olmadan kimse, Allah yolunda yürüyemezdi. Allah, yeri ve gökleri, hülâsa buâlemi nebiler, abdallar, sâlihler ve âbidler için yaratmıştır. Bunların mirası da su ve topraktan yaratılmış çocuklara değil, gerçek manevî çocuklara intikal eder. Yeryüzü mülküne ancak sâlih ve âbid kullar vârisolurlar. Ve yeryüzü mülkü tamamen sâlih dervişlerindir.

Yaratıklar üç türlüdür: Hayvan, insan ve melek. İnsanın ilmi ve nutku melekî, cismi ise hayvanidir. İnsan, bu cismanilikten yani beşerî vasıflarından kurtulduğu, yani ölmeden evvel öldüğü zaman melek olur.

Allah adamı, içinde bulunduğu her halde taâttedir. Çünkü bütün âlembilerek veya bilmeyerek Allah’ı ibâdet ederler. Her faydalı iş, bir nevi ibadettir. Allah’ı bulan her şeye karşı doymuş olan bin insan güneşe benzer. Güneş gibi varlığı ile her şeye nur verir. Başkalarına muhtaç değildir.

Allahdan başka her şey yok oldu. Varlığın aslı, bu anlamda yokluktur.Binaenaleyh varlıktan kurtulup yokluğa koşmak, bunun için de aşk ve vecdlâzımdır. İnsanlar suret, hayal âleminde yaşadıklarında mânevi ve hakiki varlık­ların tadını bilemezler. Bunun için, Allah, Cennetin güzelliklerini ve Cehennemin azaplarını insanlara bu âlemde türlü türlü örneklerle göstermiştir. Suretler fânidir. Suretlerin bulunduğu bu dünyada fânidir. Beka, mânaya mahsustur.

Mü’min bir kulun, niyeti amelinden hayırlıdır. Amel bedenin, niyet kalbin işidir. Kendisinin, Allah’ın bir âleti olduğu hakikatini bilen, Allah’a ulaşır.

İnsan, görünüşte küçük, gerçekte büyük bir âlemdir. Bütün nebiler, velîler ve vâsıllar aynıdır. Bunlardan birini görmek, hepsini görmekle birdir. Nebiler muma benzerler. Vahiy nuru ise bu mumun şuleleridir.

Namazda Allah’ı görüyormuş gibi bulunmak lâzımdır. Din yolu, hizmet ve ibâdetle katedilir. Geçmiştekiler, Allah’a bu şekilde ermişlerdir. İlim ve münazara insanı hiçbir zaman amacı olan Allahya eriştirmez.

Bilginler nebilerin vârisidir. Fakat bu bilginlerden, velîleri ve âşıkları kastediyoruz. Bunların bilgisi, kendiliğinden doğmadır. Kitaplardan öğrenilen bilgilerle nebilerin ve velîlerin bilgisi bir olmaz. Taklidi ilimle kimse bu dünya zindanından kurtulamaz. Velîlerin bilgisi, insanı diriltir. İşte bu cins bilgilerle kısaltılmış olan bilgiler, velîlerin vârisi olurlar.

Bazı kimselerin şeyhten uzak bulunmaları, ona yakın olmalarından daha hayırlıdır. Allah nebilerinin ve velîlerinin emir ve menettikleri şeylere karşı koyanların sonu ebedî dalâlettir. Kendini bu emir ve menedilen şeylere feda eden, kendi isteklerini bırakıp Allah’ın irâdesi, Kur’an’ın hükmü, velîlerin öğütleri ve kendi içlerinden gelen ilhamla yaşayan kimse nadirdir. Bundan başka, Kur’an ve Hadîs’in aracılığı olmadan hareket edebilen kimse de vardır. Bunlar, “Allah dilediği şeyi yapar” sırrına mazhar olmuşlardır. Kul olan, kendi arzularını terkedip Allah’ın arzusuna uyar. Böyle hareket eden bir kul, sülûkün sonunda öyle bir dereceye erişir ki, burada her ne yaparsa Allah’ın emri ile yapmış olur. Bu dereceye gelmiş ve bu sırra ermiş olan bir kulu, vâsıllar ve Allah’ı bilenlerden başka pek az insan kabul eder ve ona inanır.

Cisimler kesif, ruhlar ise lâtiftir. İnsanın, canını bedeninde görmesi gibi Allah’ı da canında görmeğe çalışması lâzımdır. Çünkü beden, candan can da Allah’dan diridir. Kendini gören, Allah’ı da görür. Süflî, ulvî, nur ve zulmet olarak ne varsa, hepsi insandadır, insanın varlığında, iç âleminde Miraç vardır. Allah’ın kulları makbul ve makbul olmayan olmak üzere iki türlüdür. Yetmiş iki milletten yalnız biri Allah’ın indinde makbuldür. Bunlar da kullar ve âşıklar olmak üzere iki kısımdır. Peygamberler kullukta kâmil ve mertebe itibariyle meleklerden daha üstündürler. Âşıklık ise, vehbîdir.

Allah’ın işlerini, Allah için doğru yapmak gerekir.

Bu dünya, bir hayaldir, rüyadır ve bir Cehennemdir. Bunlardan vazgeçmek ise Cennet’e kavuşmaktır. Fakat bunu yapabilmek, çok güçtür.

Allah’dan başka bir kurtarıcı yoktur.

Evliyaya keramet gösterdikleri için bağlanmak doğru değildir. Bâtıl ehli, Hakk’a yabancıdır. Hikmet marifet, gerçek sırlar ve menedilen şeyler, herkesin manevi besini olamaz.

Dervişin dünya ve dünya ile ilgili her şeye yi. çevirmesi lâzımdır. Çünkü dünya sevgisi, bütün kötülüklerin başıdır. İbâdet ve Allah’a kullukta gevşek davranmak, yolunu kaybedenlerin ve görünüşte dindar olanların belirtileridir. Allah erleri Allah’ın sıfatı ve ahlâkı ile sıfatlanmış ve ahlâklanmışlardır.

İman, zevk ve şevkten ibarettir. Varlıktan geçmedikçe insan, mutlak yokluk­ta uçamaz. Benliksizfik âlemine benlikle mahrem olunabilir mi? Azizlerin sohbeti, uzletten vahdetten, müşahade ve riyazetten daha faydalıdır. Şeyhin bir soh­betinden elde edilen fayda, yıllarca ibadet etmekle elde edilemez. Çile çıkarmak, evliyanın âdeti değildir. Muhammedîler için bidattir.

Allah’ın tasavvufu gönüldedir. Hayırlı işler aklın sıfatıdır. Esas olan akıldır. Amel ayrıntılardır.

Bir bakışta bütün kerametini müride verebilen şeyh, gerçek şeyhtir. Mürid, şeyhin hizmetinde bulunur, şeyhten faydalanırsa, sonunda şeyhin aynı olur.

Allah ile meşgul olmak, zahiren dünya malı ve kaydından kurtulmak değildir. Şeriatlerdeki ihtilâflar onları ortaya koyan peygamberlerin tabiatlarındaki ihtilâftan meydana gelmiştir.

Bütün ruhlar, bedenlere inmeden evvel birdiler. Aralarında gerçek bir ülfet vardır.

Maârifte görüldüğü gibi, tevhide ve tasavvufa ait akideler, tarikat âdabına ve şeriata dair kurallar her fasılda, muhtelif vesilelerle ortaya koyularak, âyet ve hadîsler ile teyid edilmiştir. Sultan Veled inanç ve görüşlerini açıklamak için meşhur kıssalardan, babasının ve kendisinin şiirlerinden Senâi ve ‘Attar’dan faydalanmıştır. Bunlardan ayrı olarak verdiği kendi öz buluşları olduğu anlaşılan örnekler, esere başka bir özellik kazandırmıştır. Ayetler, Hadisler ve bilhassa Mesneviden alınan beyitler, mısralar, rubâîler, sık sık tekrar edilmiş olduğu halde, Sultan Veledin kendi buluşları olan bu örnekler her yerde başka başkadır. Tekrar edilen âyetler, hadîsler, manzum parçalar, meseller de esere yeknasaklık ver­meyip, aynı mahiyette, fakat çeşitli yollardan ve çeşitli suretle ifade edilen mese­leleri birleştirmektedir. Bazı fasıllarda aşağı yukarı aynı bahislerin tekrar edildiği görülür. Risâle-i Sipehsâlâr’da, herhangi bir hususta güçlükleri bulunan mürîd-lerin, Sultan Veledin manzum eserlerine ve mensur sözlerine başvurduklarını, bunlarda müphem ve müşkil görünen kısımları Sultan Veledin tekrar açıkladığı yazılıdır. Bu, bize tekrarların nedenlerini anlatmış olduğu gibi, Maârifin ne gibi bir ihtiyaç karşısında ve ne şekilde tertip edildiği hakkında da bir fikir veriyor. Sultan Veled,   Maârifi  meselâ  İbtidanâmesi  gibi,   belli  bir  süre   içinde   başlayıp bitirmemiştir. Bu, muhtelif tarihlerde kendisinden sorulan suallere verdiği cevap­ları tesbit ve bilhassa telkin etmek istediği fikirleri de bunlara ilâve etmek suretiyle, yani parça parça yazılarak meydana getirilmiştir. Eserin kırk dördüncü faslı şu şekilde başlar: “Tacüddinu’l-Buharî, Hazret-i Veled’den -Allah onun gölgesini uzun, bereketini çok etsin – şunu sordu; Sultan Veled, karşılığında şunları buyurdu.” Bilhassa bu fasıl eserin anlattığımız şekilde meydana geldiğine büyük bir delil teşkil etmektedir… Sultan Veled adı geçen kimsenin sorusunu cevap­landırırken yanında bulunanlardan biri söylenenleri yazarak Sultan Velede veriyor, o da gerekli düzeltmeyi yaptıktan sonra diğer fasıllarına ilâve ediyor. Dua ve ifade tarzı bize bu şekil bir izaha imkân vermektedir. Yine eserin elli iki ve elli üçüncü fasıllarını Eflâkî, Şeyh Salâhaddin’in sözleri olarak aynen yazmıştır. Buikişer cümlelik fasıllar ifade bakımından olduğu gibi, şeklen de ötekilere benzemiyor. Bunlardan sonra gelen fasıllar ise her bakımdan diğer fasıllarla aynı özellikleri taşımaktadırlar. Dört yazmada da bu iki fasıl bulunduğu için sonradan ilâve edilmiş olma ihtimali zayıf görünüyor. Bu, ilâve keyfiyetini de yazarın zamanında kabul etmek zorunlu görünüyor. Bu iki örnek de eserin doğrudan doğruya kaleme alınmayarak parça parça meydana getirildiğini açıklıyor. Fakat daha önce de söylediğimiz gibi, genellikle fasıllar arasında büyük bir konu, ifade ve amaç birliği vardır. Yalnız parça parça meydana geldiği halde her bakımdan bir bütünlükgösteren bu esere, Büyük Bahaeddin Veledin Maârif adını verdiğini kesin olarak söylemeliyiz. Çünkü Eflâkî, diğer eserlerini, divanı ve mesneviyâtı, diye adlariyle yazdığı halde Maâriften hiç bahsetmemektedir. Sonra, Sipehsâlâr sahibi de bir vesile ile eserden, “Sultan Veledin mensur sözleri,” şeklinde bahsediyor. Eğer bu kadar önemli bir eser daha o zaman adını almış olsaydı, Eflâkî bu derece bilmemezlikten gelmeyecek, Sipehsâlâr sahibi de adını bildirecekti. İran’da taş basması olarak basılan eser, (1333) Sultan Veledin olduğu bilindiği halde, Mevlânâ’nın Fihi Mâfîh’inin ikinci cildiymiş gibi, “Fihi Mâfîh’in ikinci cildi”, adını taşıyor. Bunu Mevlânâ’ya hürmeten yapmış oldukları düşünülebileceği gibi, esas alınan veya görülen nüshaların asıl adını taşıması ihtimali de vardır. Sultanü’l-Ulemâ Muhammed Bahaeddin Veledin üç ciltten ibaret eseri ve Burhaneddin Muhakkikin bir kitabı, Maârif adını taşımaktadır. Veled Çelebi, Şems’in de aynı isimde bir eseri olduğunu söylüyor.15 Buna nazaran aynı mahiyette olan eserlerin adına uyularak sonradan bu esere de Maârif adının verilmiş olması mümkündür. Bazı yazmalarda da Maârifnâme, adını taşımaktadır. Bu eserin yazarının diğer eserlerinden sonra meydana gelmiş olması muhakkaktır.

Eğer, meselâ İbtidanâme’sinden evvel böyle bir eseri olsaydı Divan gibi bundan da Sultan Veled: “Büyük babama uyarak da Maârifi yazdım,” diye bahsederdi. Diğer iki mes­nevisinde de bu eserine dâir bir şey söylemiyor. Maârifin de İntihanâme gibi, Hicri 700 ile 712 tarihleri arasında yazılmış olması mümkündür.

Yüzyıllarca önce yaşamış büyük bir topluluğun, düşünce ve duygusuna hâkim olan inanç, düşünüş ve görüşleri büyük bir açıklıkla ifâde ve her yönüyle ihtiva etmesi bakımından Maârifin değeri ve önemi, büyüktür.

Sultan Veled’in düşünce yönünden değerli olduğu gibi nev’inin, tarzının teknik özelliklerini de tebarüz ettirebilen nesir dili, nazmına nazaran daha zen­gin; fakat daha kapalıdır. Seçili cümleler ve müteradif kelimelerin bolluğu çeviri­de Türkçe karşılıklarını bulmakta güçlüğe yer vermiş olup, eserin hacmini küçült­meğe yetkili bulunmadığımızdan bütün çabalarımıza rağmen, Türkçemize yabancı bazı kelime ve tertipleri aynen almak zorunluluğu kendiliğinden doğmuş­tur. Bununla beraber Maârifin üslûbu, genelde sade ve sağlamdır.

Çeviride karşılaştığımız birçok güçlükleri halletmek suretiyle daima değerli yardımlarını gördüğüm Hocam Prof. Necati Lügal’i (ölümü 1964, Ankara) burada minnet ve şükran duygularımı tekrarlayarak rahmetle anarım.

Maârifin gördüğümüz, belli başlı yazma nüshaları şunlardır:

1-  Çeviriye esas olarak almış olduğumuz Dr. Feridun Nafiz Uzluk’a ait yazma nüsha:Kahverengi meşin citdli, miklablı, 362 sahifelidir. l9xl2.50cm. ebadında, yazının kapladığı kısım ise 8.5×14.5 cm’dir. Sahifede on beş satır vardır. Başında güzel bir tezhip mevcuttur. Diğer sahifelerdeki yazılar da müzehhep çerçeveler içinde bulunmaktadır. Ayetler, hadîsler ve mesnevi, nazım, şiir rubai, beyit ve mısra gibi başlık mahiyetinde olan kelimeler surhla yazılmıştır. 55 fasıl olup yazısı ta’fik, kâğıdı abadîdir. Sonuncu bahis, insanlara akılları nisbetinde söz söyleyiniz, ibaresiyle sona erdikten sonra sahife yırtılmış, sonradan başka bir kâğıtla tamamlanarak, “Sultan Veled’in Maârifi tamam oldu. Allah onun aziz olanruhunu takdis etsin,” yazılmıştır. Bu şekilde müstensihi ve istinsah tarihi belli değildir.   Diğer yazmalarla  mukayese  edilince  güvenilir  bir yazma  olduğu görülmektedir.

2- Millî Eğitim Bakanlığı kitaplığında bulunan 3 No.lu yazma nüsha: Yeşil ciltli, 103 varaklı, 19,5×14 ebadında ve yazının kapladığı kısım, 17.5×10.5 cm’dir. Her sahifede 26 satır vardır. Başında tezhip mevcuttur. Yazılar surhla çizilmiş çerçeveler içindedir. Bunda da âyetler, hadîsler ve mesnevî, nazım, şiir, beyit gibi kelimeler surhla yazılmıştır. Kağıdı abâdî, yazının nevi ta’liktir. B>u nüshada 33 fasıl vardır. Yalnız ilk nüshada ayrı ayrı gösterilen fasılların birçoğu, bu yazmada tek fasıl olarak gösterilmiştir. Bu bakımdan fasıl adedi, diğer nüshalara nisbeten eksiktir. Rıdvan adlı bir müstensih tarafından 1020/1611 tarihinde istinsah edilmiştir.

3- Konya Eski Eserler Müzesi’nde 2152 numarada kayıtlı bulunan yazma nüsha:Parlak, kahverengi meşin cildlidir. 300 sahife ve her sahifede 17 satır vardır. Baştarafta çok güzel ve zarif bir tezhip mevcuttur. İnce, parlak, açık sarı renkte bir kâğıda güzel bir ta’likle yazılmıştır. Ayet, hadîs ve büyüklerin sözlerinin altı kırmızı mürekkeple çizilidir. Ebadı, 20×12.55, yazının kapladığı kısım ise 7.8×14.2 cm.dir. 52 fasıl vardır; müstensihi ve istinsah tarihi belli değildir.

4- Konya Müzesi’nde 149 numara ile kayıtlı bulunan yazma nüsha; cildi, 278 sahife ve 23.7×16.5 ebadındadır.Her sahifede 19 satır vardır. Yazılar çerçeve içine alınmamıştır. Sahife kenarlarında Arapça bazı ibareler yazılmış ve birçok sahifelerde rutubetten yazılar silinerek okunulmaz hale gelmiştir. Kalın ve koyu renkli bir kâğıt üzerine kalın nesihle yazılmış. Yazısına ve kâğıdına dayanılarak eski bir nüsha olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da müstensihi ve istin­sah tarihi belli değildir. 42 fasıldır. İlk nüshanın fasıl adedinin fazla oluşu bunlar­da bir fasıl olarak görülen bazı fasılların ilk nüshada iki ve üç fasıl olarak gös­terilmiş olmasındandır.

Maârifin İstanbul kitaplıklarında çok daha eski ve kıymetli yazmaları olduğu daha sonraki araştırmalarımızda görülmüştür.

Meliha Ülker ANBARCIOĞLU


(10) Bak: Cavahir al-Mudia fi Tabakat al-Hanafiya, Haydarâbâd 1332, s.ll, 120.

(11)Divan, 1941 yılında Ankara uzluk Basımevi’nde Feridun Nazif Uzluk tarafından “Divan-ı Sultan Veled” adıyla ve bir önsöz ile birlikte bastırılmıştır; Bak: I.A. Sultan Valad Maddesi

(12) İbtidanâme, Hicrî Şemsî 1357 yılında Tahranda Hüseyin ikbal adlı bir kitapçı tarafından (Velednâme) adlı altında bastırılmıştır. Başında Celâl Hümâî tarafından yazılmış 128 sahifelik etraflı ve çok faydalı bir önsöz vardır; Sultan Veled, İbtidanâme, çeviren Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara 1976, Önsöz S.XV-XXI.

(13) Xlll’ncü yüzyıl Anadolu Türkçesi’nin ilk manzum örneklerinden olmaları bakımından büyük bir değer taşıyan bu Türkçe manzumlar Veled Çelebi İzbudak tarafından 1925 yılında (Divan-ı Türk-i Sultan Veled) adı altında neşredilmiştir. Ayrıca müsteşriklerden Radloff C.Salemann ve Simimou tarafından da incelenmiş ve neşredilmiştir. Radloff, Die Seldchukischen Verse im Rebâb-Nâmeh (Melanges Asiatique Tires du Bulettin de L’academi imperiale des sclences de St. Peterzburg, Tome X.S. 1 73-245) C.Salemann, Noch enfem aidle Seldschukischen Verse Von C.S. Melanges Aslatique Tires du Bulettin de L’academi İmperiale des sciences de St. Petedzburg, Tome X.S. 1890. Simirnou, les vers dits Seidjouk et le christanisme Turç, Dans actes du XI eme Congres International des Oriantalltes, Paris, 1899.R 143 et suiv M.Hartman, Der İslamische orient III. İmpulitische Briete aus der der türkci, Leipzig 1910 R 193 sur les vars Seldjoukides; Mecdut Mansuroğlu, Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri, istanbul 1985, S. 10-42; İ.A.Sultan Valad Maddesi; Rababname-i Sultan Valad, Dr. Ali Sultanî Gerd-Feramevzi Neşri, Tahran 1980.

(14)Keşf-ü’z-Zünûn, Maârif Matbaası, 1943, C.ll. s.1922; Ibtidâ-nâme, önsöz S.XIV

(15) Hazret-i Şems’in dahi bir cila1 mensur Ma’ârif i olup, bâlâda söylediğim yaran buna da Hirka diye ayrı bir ad koyup, kendilerine ayırdıkları Divan-ı Sagir vesaire idadında havasaait İstanbul 1937 (S. 111), Şems’in bu eseri “Makalât -ı Şems” adıyla da tanınır. Bak: Makalât-ı Şems-i Tebrizî, Yücel Tankaya Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Fars Dili ve Edebiyatı Kürsüsü’nde yaptırılan Doktora tezi-1972, Ankara).