SULTAN VELED’İN HAYATI, DÜŞÜNCESİ ve GÖRÜŞLERİ (I)

SULTAN VELED’İN HAYATI, DÜŞÜNCESİ ve GÖRÜŞLERİ (I)

Veyis Değirmençay*

Sultan Veled, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin büyük oğludur. 25 Rebîülâhir 623’de (24 Nisan 1226) şimdiki Karaman vilayeti olan Lârende’de dünyaya geldi.[1]

Adı, Bahâeddin Muhammed Veled’dir.[2] Mevlânâ, ona babası Sultanu’l-ulemâ Bahâeddin Veled’in adını ve lakabını vermiştir.[3] Ancak bazı kaynaklarda Bahâeddin Ahmed olarak da geçmektedir.[4] Daha çok Sultan Veled adıyla tanınmış ve şiirlerinde Veled[5] mahlasını kullanmıştır.

Babası, Mevlânâ Celâleddin Muhammed; dedesi, Sultanu’l-ulemâ Bahâeddin Veled ve devamla büyük dedeleri, Celâleddin Hüseyin ve Ahmed el-Hatîbî’dir.[6] O, Velednâme’sinin mukaddimesinde bu silsileyi Ahmed el-Hatîbî hariç aynen zikretmektedir.[7] Annesi, Karaman’da ikamet eden Semerkantlı Lâlâ Şerefeddin’in kızı Gevher Hatun’dur.[8]

Sultan Veled, babasının mübarek kollarında uyuyarak büyüdü ve ondan hiç ayrılmadı.[9] On yaşına girince teşkil olunan bütün toplantı ve mahfillerde onun yanında oturdu ve “Bahâeddin! Sen yaratılış ve ahlak itibariyle, bana insanların en fazla benzeyenisin.[10] Benim bu âleme gelmem, senin dünyaya gelmen içindi. Bütün bu sözler benim sözümdür ve sen de benim fiilimsin”[11] sözleriyle babasının teveccühüne mazhar oldu. Yaratılış ve ahlak bakımından babasına çok benzemekteydi.[12]

Çok küçük yaşlarda okuyup yazmaya başladı ve ilk öğrenimini babasından aldı.[13] Gençliğinin ilk yıllarında babasından Hanefî fıkhının büyük kitabı Hidâye’yi okudu;[14] sonra babasının isteği doğrultusunda kardeşi Alâeddin ile birlikte Şam’a gitti ve orada öğrenim gördü. Şam’daki eğitimiyle dinî ilimleri tam mânasıyla öğrendi ve bu alanda en üst seviyeye yükseldi. Fıkıh alanındaki bilgi ve yorumlarıyla Hanefî fukahası hakkında yazılan Tabakât kitaplarında Mevlânâ ile birlikte fukahanın en meşhurları arasında yer aldı.[15] Bu ilimlerin yanında, yine babasından, Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî’den, Şems-i Tebrizî, Şeyh Selâhaddin, Çelebi Hüsâmeddin ve Şeyh Kerimeddin’den de birçok sır ve bilgi öğrendi.

Her hususta babasına uymuş, sözünden hiç çıkmamış, onun yolunda yürümüş, onun öğütleriyle tarikate intisap edip halifelerine bağlanmış olan Sultan Veled, ilk olarak dedesi Bahâeddin Veled’in vefatından bir yıl sonra, 629 (1231)’da Konya’ya gelen ve dokuz yıl halifelik görevinde bulunan Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî’ye bağlandı.[16] Tirmizî’nin 638 (1240)’de vefatından sonra, [17] babasının 642 (1244)’de Konya’ya gelen Şems-i Tebrîzî’ye bağlanmasıyla Şems’e bağlandı.[18] Şems’in, 643 (1246)’de müritlerin kendisine karşı yaptıkları çirkin davranışlardan ve sarfettikleri kötü sözlerden incinerek Konya’dan ayrılması üzerine, Mevlânâ’nın isteği doğrultusunda, onu getirmek için Şam’a gitti ve Şems’in maiyetinde yaya olarak Konya’ya geldi.[19]

Ancak çok geçmeden Şems’in, yine müritlerin kötü sözleri ve davranışları neticesinde 645 (1247)’de ikinci kez kaybolması, Mevlânâ’nın birkaç kez onu aramak için Şam’a gidip eli boş dönmesi, sonra Şeyh Selâhaddin’i halife seçmesi ve Sultan Veled’e, “Bundan böyle Selâhaddin’e, o padişahlar padişahına uy; çünkü o, can âleminin kendisine uyulacak zâtı ve mekansızlık saltanatının sahibidir; Şemseddin budur” demesi üzerine o da, “Bunu kabul ettim, Selâhaddin’e kul ve köle olayım. Tam bir doğrulukla ona yöneldim; aşkla ve niyazla onun kulu oldum”[20] diyerek kayın babası da olan Şeyh Selâhaddin’e bağlandı ve on yıl onun hizmetinde bulundu. Şeyh’in 657 (1258)[21] veya 662 (1263)[22] yılında vefatından sonra Mevlânâ’nın Çelebi Hüsâmeddin’i halife seçmesiyle Çelebi Hüsâmeddin’e bağlandı. Bu bağlılık Mevlânâ’nın 672 (1273)’de vefatına kadar sürdü.[23]

Mevlânâ’nın ölümünden yedi gün sonra Çelebi Hüsâmeddin başta olmak üzere müritler tarafından, onun yerine geçmesi istenmişse de o, “Sûfî hırkaya, yetim de sanata yaraşır. Sen, babamın zamanında halifemiz ve arkadaşların büyüğü olduğun gibi, bu dönemde de halifemiz ve büyüğümüzsün; şahın vasiyeti gereği taht ve halifelik senindir”[24] diyerek bu isteği kabul etmedi.

Çelebi Hüsâmeddin’in 683 (1284)’de [25] vefatından sonra, Çelebi’nin rüyasında verdiği işaretle Kerimeddin b. Bektemur’a bağlandı;[26] öyleki kendisi, “Onun kapısına en aşağı bir kul oldum; yaşadığım sürece onun huzurundan içeceğim…[27] der ve müritlerin de ona bağlanmalarını ister. Sultan Veled’e göre, “Kerimeddin b. Bektemur, dünyada seçkin bir velidir… Halkın ondan başka yardımcısı yoktur… Hüsâmeddin’den yadigar odur… O, dünyada eşsizdir; bu zamanda bir benzeri yoktur…”[28]

Sultan Veled, Çelebi Hüsâmeddin’den sonra, kendisini tam olgun görmediği için, Kerimeddin b. Bektemur’a bağlandı, kendi ifadesiyle yedi yıl da onun hizmetinde bulundu.[29]

Ancak böyle olmakla birlikte yine Sultan Veled’in kendisi, Çelebi Hüsâmeddin’in vefatından sonra, genç ve yaşlı bütün halkın toplanarak, “Babanın yerine geç ve şeyhlik et. Şimdiye kadar Hz. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddin’i halife yaptı diye bahaneler gösterdin. Şimdi ise o da göçtü; bahane göstermemen, isteği yerine getirmen, kabul etmen gerekir”[30] dediklerini ve kendisinin de, “Veled de, onların sözünü kabul etti; isteklerine uydu; elsiz ayaksız bir halde, yeri olmayan âlemdeki tahta oturdu. Can, yokluk şehrine gitti. Öyle bir denizde dalgıç oldu ki, armağan olarak cevherler çıkardı. Onları müritlere saçtı; cana ve imana hayat verdi” der ve devamla, insanların hayran olduğunu ve “Bu ne yüce ve seçkin bir kutup; bir ömür boyu, seçkin ve Allah’a ulaşmış velilerden elde edileni mürit, ondan bir anda elde ediyor; onun sayesinde dünyada eşsiz bir hale geliyor. Gizli yol, onunla açığa çıktı. Cahilleri hep bilgin ediyor”[31] dediklerini söyler.

Daha sonra, babasının türbesi başında yedi yıl birçok sır söylediğini; Hakk’ın yolunun tazelenmesi neticesinde ününün, doğudan batıya kadar yayıldığını; sorunları çözdüğünü, hiçbir şeyhin böyle bir armağan vermediğini, bütün düşmanların dost olduklarını, öfkeden ve kinden vazgeçtiklerini; halkı yeniden dirilttiğini; herkesin gönlüne doğruluk ve aşk tohumları ektiğini, sırların önünden perdeyi kaldırdığını, aşk sancağını göndere çektiğini ve bütün şeyhlerin, “Bu ne kendinden geçiş, bu ne bilgi ve bu nasıl anlatış; çağlar, onun her cevri ve cefası rahattan daha hoştur diye onun devrine şaşıp kaldı… Herkesi geçti ve çoştukça coşuyor. Gerçi önde idi; ama daha da öne gitmeye çalışıyor. Mademki ondan başka kimse yok, o halde neyi aramada; kavuşma hususunda neyi soruşturmada? Gök kubbe dönmeye başlayalı, ondan başka kimse böyle bir makama ermedi. Ezelden beri Allah’ın en özel kullarından hiçbir kimsenin böyle bir ululuğu olmadı. Sözü de, hâli de herkesten üstün; hâller, onun sözü karşısında aşağıda kalmada. Onun hâli, yol alanların hepsinden de ileri” diye dudak bükerek konuşmaya başladıklarını ve devamla, Allah’ın kendisine gizlice söylediklerine hiç kimsenin ibadetle ve hayır işlemekle erişemediğini; bunların çalışmakla ve mücahedeyle elde edilemeyeceğini; evtâdın bile işlerine şaşmakta olduğunu, müritlere sayısız bağışta bulunduğunu; her canı nurlarla doldurduğunu; büyük ve küçük, yaşlı ve genç, herkesin sayısız ihsana erdiğini söyler ve “Bu şah, onlara ihsanda ve bağışta bulundu; ama şimdi onların bu bağışlardan haberleri bile yok; sonunda bilirler ve esirlikten yüce makama ulaştıklarını anlarlar”[32] der. Sultan Veled, yine aynı eserinde, “Bu sözün sonu yoktur, o övünesi er ne yaptı, onu anlat”[33] dedikten sonra, kendisinin müritlerin isteğiyle şeyhlik makamına oturduğunu ve babasının makamına geçtikten sonra, herkese altın defineler bağışladığını; akıl bakımından en aşağı olanın bile, herşeyden haberdar ve herşeyi bilen birer âlim olduğunu; çok sayıda kadın ve erkeğin mürit olduklarını ve hepsinin de sanatta eşsizleştiğini; her yere bir halife atadığını, Anadolu’nun, hatta bütün dünyanın halifelerle dolduğunu, onların hepsinin de uyulmaya, şeyh ve rehber olmaya layık olduklarını, hepsine de Allah’tan bir müjde eriştiğini; ayrıca bu halifelere icazetnâmeler yazıldığını; bunların herbirinin ayrı ayrı müritler edindiklerini ve çok sayıda insanın onlardan faydalandıklarını anlatır.[34]

Kısacası Sultan Veled, Çelebi Hüsâmeddin’den sonra babasını temsil etmeye başlamış ve Mevlânâ zamanında bir nüve halinde bulunan; fakat henüz kurulmamış olan Mevleviliği babası adına kurmaya, etrafa gönderdiği halifelerle bu mesleği yaymaya koyulmuş, yani bilfiil Mevleviliğin başına geçip yukarıda anlatılan hizmetleri yapmıştır. Ancak çok samimi bir zat olduğundan, kendisinin henüz olgunluğa ermemiş olduğunu hissetmiş, yahut babasının yolunda gitmek lüzumunu duymuş ve her iki saikin tesiriyle Şeyh Kerimeddin’e tabi olmuş[35]; onun 690 (1291)’da vefatından sonra, hem şeklen, hem mânen halifelik görevini üstlenmiş ve vefatına[36] kadar bu makamda kalmıştır.

Sultan Veled, 10 Recep 712 (11 Kasım 1312)’de Cumartesi günü 86 yaşında iken Konya’da vefat etti[37] ve babasının sağ tarafına defnedildi. Ondan sonra bu makama Çelebi Emir Ârif adıyla meşhur oğlu Celâleddin Feridun geçti.[38]

O, Selçuklu ve Moğol sultanları ve emirleri, valileri, beyleri, yerel beyler ve ileri gelen herkesle iyi geçindi; onları kendisine bağlamasını bildi. Hatta bu bağlamda onlara övgü şiirleri de söyledi.

Sultan Veled, Mevlânâ’nın isteği doğrultusunda Şeyh Selâhaddin’in kızı Fatma Hâtun ile evlendi[39] ve bu evlilikten Celâleddin Emir Ârif Çelebi (Feridun) adında bir oğlu, Mutahhara Hatun (Âbide) ve Şeref Hatun (Ârife) adlarında iki kızı dünyaya geldi.[40] Fatma Hâtun’dan sonra cariyeleri Nusret Hatun ve Sünbüle Hatun ile evlendi. Nusret Hatun’dan Çelebi Şemseddin Emir Âbid; Sünbüle Hatun’dan da Çelebi Selâhaddin Emir Zâhid ve Çelebi Hüsâmeddin Emir Vâcid adlarında üç oğlu daha oldu.[41]

“Babasının verdiği bilgiden ve velilikten başka Veled’in ne bilgisi, ne de veliliği vardır”;[42] “Veled’e iyi ve kötü ne geldiyse, ey olgun kişi, Hakk’ın Celâl’i ve onun altın gibi olan sözünün bağışıdır”[43] diyen Sultan Veled’in hayatı boyunca en bariz karakteri, samimiliği ve babasına karşı beslediği sonsuz saygıdır. Bütün varlığı tek bir varlıkta görmüş, ondan başka herkesi ona hizmetle mükellef saymıştır. Bu bakımdan devlet adamlarını övse bile, adeta küçülterek övmüş; övgüleri de, onların Mevlânâ’ya bağlılıkları ve hizmetleri ölçüsünde olmuştur.[44]

Kendisini tamamen babasına, halifelerine ve onun yoluna adamış olan Veled, yazmış olduğu ilk mesnevisi Velednâme’siyle, bu hizmetlerini büyük ölçüde yerine getirdi ve Mevleviliği ve Mevlevî büyüklerini ebedîleştirdi. Nitekim bu eserinde, “Mevlânâ’nın, Şemseddin, Şeyh Selâhaddin ve Çelebi Hüsâmeddin gibi halifeleri vardı; fakat onların veliliği, ululuğu ve ilim yönleri herkes tarafından tanınmamıştı; velilikleri ve ululukları çok büyüktü, ancak gizliydi. Veled’in anlatımıyla tanındılar, şöhret buldular ve güneş gibi gün yüzüne çıktılar”[45] der ve halifelerin, kendisinin çalışmaları ve eserleri neticesinde, genç ve ihtiyar herkes tarafından tanındıklarını ve bu sayede, herkesin yeniden mürit olduğunu, kul ve köle kesildiğini; hepsinin de ölmüş olup sözleriyle tekrar dirildiğini; daha önce anlaşılmayan sırların herkese mâlum olduğunu; onların hallerinin genç ve ihtiyar herkes tarafından anlaşıldığını ifade eder.[46]

O, teşkilatçı ve girişken bir yapıya sahipti; Mevlânâ’nın öğretisini benimsedi; temkinli ve mantıklı bir şekilde ve özellikle zamanın icaplarını gözeterek, o öğretiyi, esastan bazı ferağatlarda da bulunarak sistemleştirmeye ve bir Mevlânâ yolu, başka tarikatlardan ayrı bir Mevlevîlik tarikatını kurmaya çalıştı ve bunda da başarılı oldu.[47] Nitekim daha Mevlânâ hayatta iken ve Mevlânâ istemediği halde, onun ricası üzerine medresenin yanına bugünkü türbenin ve dergahın nüvesi olan birkaç oda yapıldı ve medrese ile birlikte ona katılan bu birkaç oda Mevlânâ dergahının nüvesi oldu. Sultan Veled’in teşkilatçı karakteri, bu nüveyi bir dergah haline getirerek ilk ve en mühim eserini meydana getirdi ve bu şekilde Mevlânâ âşıklarının merkezi kuruldu.[48]

Sultan Veled, mistik bir yapıya sahipti. Rüyalar ve kerametler, onun fikrî hayatına daima müessirdi.[49] Merasime bağlı bir adamdı.[50] Tarikatte yapılması gerekli bütün kuralları uygulamaya çalıştı; bu bağlamda kırk gün halvette kalıp çile çıkardı;[51] birçok kerametler gösterdi.[52] Mevleviliğin en önemli ve tek simgesi olan ve Mevlânâ’nın Şems’e bağlanmasından sonra ortaya çıkan semaı[53] hayatı boyunca uyguladı. Sema meclislerine katıldı; halifeliği döneminde ise bizzat kendisi bu meclisleri idare etti ve onu birtakım kurallara bağladı.[54] Nitekim bu âyinlerden birine kendi adına izafeten devr-i veledî denildi.[55]

Anlama, kavrama ve yorumlama yeteneği mükemmeldi;[56] musikiye de âşina olup rebap ve kemençe de çalardı.[57] İçli bir Anadolu, özellikle de Konya sevgisi vardı.[58] Bu sevgi onda, Mevlânâ zamanında belirmişti; öyle ki bir gün Konya’da, Meram bağında büyük bir sema meclisi olur. O gün Sultan Veled, son derece neşelenip Konya tarafına bakarak, “Subhanallah! Bu Konya şehri, ne güzel bir şehir; karaltısından rahmet beyazlığı görünmede adeta” der. Orada bulunan Mevlânâ da, “Evet Konya çok kutlu bir şehirdir. Müritlerin huzurunda bu şehri sana bağışladım” buyurur. Veled de, baş koyup babasının ayaklarına kapanır. Bunun üzerine Mevlânâ, “Bahaeddin! Bizim mübarek türbemiz ve büyük Mevlânâ Bahaeddin’in kemikleri, çocuklarımız, bizden sonra gelenler ve dostlarımız bu şehirde bulundukça, bu yer (Konya) yok olmayacak ve bu kavmin üzerine düşman kılıcı çekilmeyecek, düşman kan dökmeyecek ve şehir tamamiyle harap olmayacak, boş da kalmayacaktır. Şehir halkı, mübarek türbenin hareminde hep emin ve mutlu olacaklardır. Zamanın duraklamasından ve gece ve gündüzün değişmesinden salim kalacaklardır”[59] der.

Bu bağlamda Sultan Veled, Konya’yı bir şiirinde şöyle över: “Ey askerle dolu Konya! Sen Anadolu’nun başşehrisin. Her büyük şehir bir emirdir; sense bütün şehirlerin şahısın. Her kale parlayan bir yıldızdır; sense yıldızların üstünde bir ay gibisin. Mademki seni bizim şahımız seçti, o halde sen Mekke’sin, ilâhî Kâbe’sin. Önce şeyhin varlığıyla parlamıştın; şimdi ise türbesiyle güven içindesin. Ey Konya! Cennetsin, hurisin. Ey Konya! Devletsin ve makamsın; hem gömleksin, hem kemersin, hem de külâh; hem sâkimizsin, hem de şarabımız; hem vuslat menzilisin, hem de yolsun; hem işret ve mutluluk kaynağısın, hem de ağlayış ve âh mayasısın. Ey Mısır! Böyle bir şehrin yanında, çok küçüksün ve saman gibi değersizsin. Onun karanlığında, iki gözün siyahlığındaki nur gibi sürekli akıp duran, parlayan bir nur, bir ışık var. Onun ortaya çıkışının güzelliğine ve letafetine Allah, iki yüz şahit vermiştir. Ey Veled! Konya’da rahatça ve güzelce otur da (bu şehir) yok olmasın, yıkılmasın.”[60]

Sultan Veled, birçok kerametler de göstermiştir. Birgün ulu bir kişi, Sultan Veled’e “Hak Teâlâ, kulu ile konuşur mu?” diye sorar. Bunu soran kişi, “Acaba Sultan Veled’e ne sunsam; altın mı versem, yoksa Hind Şâşî sarığı mı?” diye içinden geçirir ve bunda tereddüt eder. Bu arada Sultan Veled, hemen “Evet, vallahi Allah konuşur” der. O da, “O halde nasıl konuşur?” diye sorar. Sultan Veled, Belh’te velilerden ve Allah’ın has kullarından olan, birçok âşığı ve seveni bulunan bir vâizin olduğunu; onun daima vaaz esnasında cemaate, “Allah, ne zamandan beri sizinle konuşuyor; siz ise hiç duymuyorsunuz. Bu iş, itaatkar kullara yakışmaz… Allah’ın sözünü işitmek ve O’nun emrine boyun eğmek gerekir” dediğini; vaaz esnasında birden bir dervişin ayağa kalkarak bir sarık istediğini; mescidin bir köşesinde oturan bir efendinin de içinden üç kez ona sarığı vermeyi geçirdiğini, ancak vermediğini ve o efendinin bu tereddütler içinde ayağa kalkarak vaize; “Mevlânâ! Mademki Allah konuşur; o halde anlat da açığa çıksın” dediğini vaizin de “Allah, bir sarık için üç defadan fazla konuşmaz” buyurduğunu; bunun üzerine efendinin feryatlar koparıp vaizin ayaklarına kapandığını ve onun müridi olduğunu” söyler. Sultan Veled, bunu anlattıktan sonra ulu kişiye dönerek, “Ey din ulusu! Şimdi sen de Allah’ın sözünü dinle; hem sarığı, hem de altını ver. Sen Allah’ın sözünü dinlersen, Allah da senin söylediğin herşeyi dinler ve ne istersen verir. O’nda ne ararsan bulursun” der.  Bunun üzerine o büyük zat, tam bir içtenlikle ona mürit olur.[61]

Sultan Veled’in anlama, kavrama ve yorumlama yeteneği mükemmeldir. Nitekim bir gün Mevlânâ, Mûsâ’nın asâsını anlatırken; “Mûsâ’nın asâsı, dinsiz sihirbazların sihir ürünü yetmiş deve yükü tutan ve dağları, sahraları dolduran sihir aletlerini Celâl sahibi Allah’ın yardımı ile öyle yuttu ki bunlardan hiçbir eser kalmadı. Bunların hepsini yuttuğu halde, asâsında ne bir şey arttı, ne de bir şey eksildi” der ve içinden “Bunu halka nasıl anlatayım da onların zihnine girsin ve anlasınlar” diye geçirir ve sonra Sultan Veled’e dönerek, “Bahaeddin! Bunu sen söyle” der. O da baş koyup kabul eder ve  “Bu tıpkı şuna benzer; birinin büyük ve görkemli bir sarayı bulunsa ve son derece de karanlık bir gece olsa, birden o saraya bir mum getirseler, o mumun ışığı, o kadar çok karanlığı öyle bir yutup yok eder ki hiçbir şey kalmaz ve bu kadar çok karanlığı yutmaktan da kendisinde ne bir şey artar, ne de bir şey eksilir” der. Bunun üzerine Mevlânâ hemen kalkıp Sultan Veled’i kucaklar, yüzünü ve gözünü öper, dualar eder ve “Aferin Bahâeddin aferin! Çok güzel yol aldın, çok güzel söyledin ve çok ender bir inciyi deldin”[62] buyurur.

Yine bir gün büyük emir İrencin Noyan, Sultan Veled’i ziyarete gelir ve ona, “Bizim bahşiler, dünyanın kırk sahibi olduğunu söylüyorlar ve tam bir inançla o mezhebe inanıyorlar. Acaba o mezhebin bir hakikati ve hikmeti var mıdır?” diye sorar. Bunun üzerine Sultan Veled, “Evet o büyük topluluğun sözüne göre, bu otuz dokuz Tanrı’nın, O’nun hükmü ve emri altında olduğu ve her birinin O’ndan tanrılığa sahip oldukları bir başka Tanrı daha vardır; O da hepsinin hâkimi kırkıncı Tanrı’dır ve O’ndan daha üstünü yoktur. Senin, bu otuz dokuz tanrının muhtaç olduğu Tanrı’ya âşık olman ve O’nu istemen gerekir. Nitekim yüce peygamberler de o Tanrı’ya tazimde bulunmayı bildirmek için gelmişlerdir; onlar, O’na hizmet, itaat ve ibadeti teşvik ediyorlar. O’nun itaatli kullarının hepsi, O’na hizmet etmekten mutlu olmuş, bir mertebeye ve bir makama ulaşmışlardır. Hüküm üstün olanındır ve doğru hikmet de budur. “Din üstündür ve onun üzerine hiçbir şey üstün kılınamaz” (hadis) hükmü gereğince, ehli sünnet ve’l-cemaat mezhebi de bütün mezheplere üstündür” der. Sultan Veled, bu örneği verdikten sonra başka bir örnek daha verir ve “Senin kölelerin ve adamların nasıl senin emrinin kulları iseler ve seni kendi sahipleri biliyorlarsa ve sen de, kendi Han’ının kulu isen ve o Han da en büyük Hakan’ın hükmü altında ise, bu da aynıdır; zira cezalandırmaları ve aşamalı olarak büyük padişahın huzuruna ulaşmaları için bunlara gerekli olan şey, kendilerine hâkim olana itaat etmeleridir. Gerçekte bu tanrıların hepsi, büyük Tanrı’nın iradesi, takdir ve yönlendirmesi ile çalışırlar, O’nun isteğini yerine getirir ve hâl diliyle hep “Allah en büyüktür” derler ve en büyük Tanrı olarak O’nu tanır ve bilirler. Bütün nebiler ve veliler de, o büyük Hakan’ın yakınlarını ve halkı, O’na hizmete davet ederler. Bunlar, onun hakikatine ermişlerdir. Onlarda kılıç, mucize, keramet ve affolunma delilleri vardır; fakat farklı mezheplerden olan, hastalıklara tutulmuş, hata ve aptallıkla dolu taklitçiler halkının ise ayrı ayrı bir tanrısı ve inancı vardır… O halde bilen ve gören insan, sultanın yakınlarına uyan ve onlarla arkadaşlık eden, ona göre hayırlı işlerle ve itaatle meşgul olan; böylece de sultanın huzuruna yol bulan kimsedir. Böyle bir insan sultana yakın olur ve maksadına ulaşır. Nitekim senin yakın ve özel adamların, uzakta ve derecesi düşük olan hizmetçilerine benzemezler; çünkü halkın ihtiyaçlarına onlar aracılığı ile çare bulunur…” buyurur. Bunun üzerine Noyan, baş koyup mürit olur ve “Ben, bu soruyu dünyanın âlim ve bilgin şahsiyetlerine defalarca sordum; hiçbir büyükten senden aldığım gibi net bir cevap alamadım. Halkın yardımı ve sizin de himmetlerinizle İslâm dinine yöneldim; onlardan yüz çevirdim ve Müslüman oldum”[63] der.

Sultan Veled’e halkın ve ileri gelenlerin yanında, birçok Selçuklu sultanları ve emirleri ile Moğol genel valisi bağlılıklarını arzetmiş ve mürit olmuşlardır. O, her iki devletin ileri gelenleriyle dostça geçinmiş; onları idare etmesini bilmiş ve kendisini onlara sevdirip saydırmıştır. Bu şahsiyetlerden, Sultan Mesud, Emir Alemeddin Kayser, İrencin Noyan, Abişga Noyan, Samagar Noyan ve daha birçok sultan ve emirler zikredilebilir.

Sultan Veled, her zaman insanların özellikle de Müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde yaşamaları gerektiğini söyler. Nitekim bir gazelinde; Allah Teâlâ’nın, “Müminler kardeştir” buyurduğunu; onlar arasında dargın ve kavga halinde olanları barıştırmak gerektiğini; savaşın şeytan, barışın ise melek işi olduğunu; canın arınıp durulması, safa bulması için barışı seçmek gerektiğini ve barışın temiz ruhları uzlaştırdığını; damlaların birleşerek ırmak, ırmakların da birleşerek deniz olduğu gibi, bütün insanların da, hainlik etmeyip tek vücut oldukları zaman deniz gibi olacaklarını ve bu şekilde düşman korkusundan ve yok olma tehlikesinden emin olacaklarını; birlikten güç doğduğunu ve Hz. Peygamber’in (a. s.) “Cemaat rahmettir” buyurduğunu ve Müslümanların cemaat olmaları gerektiğini anlatır.[64]

Yine bir başka gazelinde, birine “Artık zihninden savaşma duygusunu at, barış duygusunu yerleştir; savaşmayı ve kavga etmeyi bırak, barışı sağla; çünkü Allah, ‘Barış daha iyidir’ buyuruyor. Allah’ın bu öğüdüne canla başla kulak ver ve iyi dinle; zira barış zamanında cennetlik; savaş, kavga ve kötülük zamanında ise cehennemlik olursun… Haydi Veled’in öğüdünü dinle; kibir ve kinden dolayı savaş yapma; düşmanların yüzüne bile lütufla, şefkatle ve sevgiyle bak”[65] der.

Sultan Veled’e göre ilim, Allah rızası için öğrenilir ve öğrenilen şeylerle de amel edilir, yani gereği yapılır. O, ilmi makam ve mevki kazanma amacıyla öğrenmiş olan âlimleri; günahtan sakınma ve ibadeti de dünya için yapan kulları, yüklendiklerinden habersiz ve onlardan tat almayan, “Sırtına kitaplar yüklenmiş eşekler”e benzetir ve “Onlar, ilmi satmak için öğrendiklerinden, eğer müşteri bulurlarsa mutlu, neşeli ve arzularına kavuşmuş olurlar; müşteri bulamazlarsa, velilerin aksine, üzülür ve ümitsizliğe kapılırlar”[66] der. Veled, velilerin ise böyle olmadığını; onların, ilmi Allah rızası için öğrendiklerini ve ondan maksatlarının da amel olduğunu; ilmin mânasının onların ruhlarının azığı olup o azıktan güç ve kuvvet aldıklarını söyler.[67]

Ayrıca Maarif’inde medresede öğrenilen ilimleri de eleştirerek, “İnsanoğlu aklını başına alıp düşünse, bunların hepsi doğru yoldan sapmaktır, ömür zayi etmektir. Bir deprem olsa, yahut denizde bir gemi batsa veya ölüm tehlikesi gibi herhangi bir olay zuhur etse, bu medreselerde öğrenilen şeylerin, hendese, astronomi, mantık, münazara ve diğer ilimlerin hiçbir faydası olmaz. Bilakis insan, o anda hepsini unutur; sadece Allah’ı anmaya ve O’ndan yardım istemeye başlar; can ve gönülden O’nun adını söyler… Akıllı ve talihli kişi, yalnız, başına böyle bir bela geldiği zaman değil, her an Allah’ın adını anar ve bu dehşetli anı hiç bir zaman kendisinden uzak görmez”[68] buyurur. Ona göre ilimde asıl olan, Allah’ı her zaman ve her yerde anmaktır, her an ölüme hazırlıklı olmak gerekir; medresede öğrenilen ilimler, doğru yoldan saptırır ve ömrü zayi eder; peygamberlerde olan ilimse, asıl ilimdir; “bunun dışındakiler, para kazanmak için yapılan sanatlardır; bunlara âlim denilemez.”[69] Yine aynı eserinde, kitapla öğrenilen ilimlerle, velilerin ve nebilerin içinde kaynayan ilimlerin bir olmadığını; işitilen ve öğrenilen taklidî ilimlerle kimsenin bu dünya zindanından, bu varlık kaydından kurtulmadığını, kalbine bir canlılık gelmediğini; bu taklidî ilimlerin ölü olduğunu; nebilerin ve velilerin ilminin insanın yüreğine dirlik verdiğini; onu dünya zindanından ve varlık kaydından kurtardığını söyler ve “bu tarz ilmi öğrenenler, nebilerin ve velilerin varisleri olurlar” der.[70]

Sultan Veled, önce de ifade edildiği gibi Mevleviliğin en önemli simgesi olan ve Mevlânâ’nın Şems’e bağlanmasından sonra bugünkü şekliyle oluşan semaı[71] hayatı boyunca uygulamış; sema meclislerine katılmış, halifeliği döneminde ise bizzat kendisi bu meclisleri idare etmiş ve onu birtakım kurallara bağlamıştır.[72] Nitekim bu âyinlerden birine kendi adına izafeten devr-i Veledî denmiştir.[73] Ona göre, “Sema ruhânîdir; nefisle ve kibirle sema edilemez; benlik ve bizlikten, cisim ve ruhtan, küfür ve imandan çıkarak sema etmek gerekir. Sema, tamamen aşk, mestlik, vecd ve gönülden kini atmaktır. Sema, kişiyi hırstan ve kibirden temizler, ona can bahçesini gösterir, keder dikenini gül bahçesine çevirir, ilâhî bir sofra hazırlar, ölümsüzlük suyudur. Allah’ın, sadece insanın yüklendiği emanetidir. Sema, yalnız temiz canlara nasip olur; göklerden daha üstün, daha yücedir; onda kadınlara yer yoktur; onlar buna güç yetiremezler. Onun meydanı şahlarla, emir ve sultanlarla doludur; onda kölelere yer yoktur. Sema, tamamen Hakk’a kavuşma ve O’nun cemalini görmektir; orada şeytanın hilesi geçmez; güneş ve yıldızlar ondan dolayı dönerler. O, büsbütün mutluluk ve bayramdır; onda ah ve feryat yoktur; inkarcılara görünmez, sadece âşıklara görünür; âlemin canı gibidir; âlemin varlığı onunla canlanır, hayat bulur. O, hurilerle dolu cennettir, semâî varlığın esiridir, incilerle dolu hazinedir; onda yüzlerce maden vardır; onun değeri maddî şeylerle ölçülemez.”[74] “Sema, nebilerden miras olarak kalmıştır; raks değildir. Sema, öyle bir haldir ki, insan o halde kendi varlığından geçer, elini, ayağını ve aklını kaybeder, tamamen yok olur. Nübüvvet budur. Bununla birlikte her görülen sema değildir; asıl sema kendinden geçmektir.”[75]

Sultan Veled’e göre amel, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, hacca gitmek, zikir yapmak ve diğer ibadetleri şeklen eda etmek değildir, bunlar ancak amelin sebepleridir. Bu ibadetlerin kişide bırakacağı olumlu tesirler ameldir. “Namaz, seni günahtan, suç işlemekten, kötülükten, kusurlardan ve isyandan korur, temizler” âyetine göre, eğer kişi namaz kıldıktan sonra, bu yasaklardan kaçınır ve onları tekrar yapmazsa amel gerçekleşmiş olur ve eğer kişi bunlardan kaçınmaz da tekrar bunları işlemeye devam ederse namaz kılmamış sayılır. Binaenaleyh ortaya konulan bu rükuları, secdeleri ve kıyamları yerine getirmekle gerçek amel yapılmış olmaz; gerçek amel içi değiştirmektir.[76]

İnsanoğlu yokluk âleminden varlık âlemine gelirken çok çeşitli menzillerden geçer; önce toprak, sonra bitki olur. Bitki halinde çok aşama kateder. Bitkiyi hayvan otlayınca hayvan; hayvanı insan yiyince insan olur. Bu arada birçok aşamalardan geçer; ilkin nutfe (meni), sonra alaka (aşılanmış yumurta), daha sonra muzga (et parçası) olur. Neticede şekillenip anne karnından çıkınca azığı, süt, ekmek ve çeşitli yiyecekler olur. Bu yolculukta, her zaman süreci için onda birtakım haller, mizaç ve huylar belirir. Ergenlik çağına girdiğinde aklın olgunluğuna ulaşır.[77]

Sultan Veled’e göre, insanlardaki farklılık ve ayrılık bedensel değil, ruhsaldır. Birlikte ikilik olmaz; tek varlık vardır ve herşey O’dur, yani Allah’tır. İlim ve eğitimde esas tekrardır; fakr yani varlıktan geçme ve yalnız Allah’a muhtaç olmada, anlayış ve kavrayışta ise sohbettir. Velilerin sohbeti ibadetlerin en mükemmeli ve en faydalısıdır; kişiyi Allah’a ulaştırmada salih amelden daha üstündür. İbadet ve Müslümanlığın aslı, Hak erlerine yönelmektir. Benliğinden kurtulanın katında dünya ve ahiret birdir. Allah velisinin sözünde şekil ehlinin sözünde olmayan sırlar vardır. Nebiler ve veliler Hakk’ın aletidirler; onlardan sadır olan herşey Hak’tandır. Nebilerin ve velilerin hepsi bir nurdurlar; bir veliyi inkar eden, bütün nebileri ve velileri inkar etmiş olur. Hakk’ın sesini Hak eri tanır ve bilir. Hak yolunda asıl, sohbettir. Ruhun gam ve kederi, Hak’tan ayrı olmasındandır. Allah Teâlâyı tanımak velileri tanımaktan daha kolaydır. Kutup olan şeyh, yerde ve gökte Hakk’ın halifesidir. Üç çeşit hâl vardır; birincisi, kişinin kendi elinde olmayan hâldir; o, istemeden gelir ve gider. İkincisi, kişinin kendi elinde olan hâldir; dilerse o hâle bürünür. Üçüncüsü, kişinin o hâlin tıpkı kendisi olmasıdır; bu da tamamlanmış makamdır; bu çeşit kişi kutup olur. Velilere gösterdikleri kerametlerden ve kişinin kalbindeki gizli şeyleri bildiklerinden dolayı inanmak doğru değildir. Keramet ortaya koymak, herkesin kalbindeki sırları bilmek ve bu dünyanın sırlarını söylemek aşağılık makamıdır; bunları şeytan, peri, falcı, astrolog ve sihirbaz da söyleyebilir. Bu dünya imtihan dünyasıdır; burada yapılan herşeyin karşılığı öbür dünyada verilecektir. Bu dünya bazısına yol gösterir, bazısının ise yolunu keser. İnsanın görünüşü duyguyla anlaşılır; cisme bürünmüştür; makamı da ona uygun olan duyguyla anlaşılan şekle bürünmüş bir makamdır. Velilerle düşüp kalkmak, Allah ile bir olmaktır; onlar Hakk’ın sırlarıdır. İyi ve kötü, çirkin ve güzel Allah katında, O’nun kudret ve sanatının tezahürleri olmaları açısından aynı şeylerdir.[78]

Velednâme’siyle en doğru Mevlevî menkıbeleri kitabını bize bağışlayan Sultan Veled, bu eserinde genelde manevî bağı bulunan şahsiyetleri ele almış; onların halifeliğini, hayat hikâyelerini ve diğer özelliklerini överek anlatmıştır. Bunlar, Sultanu’l-ulemâ Bahaeddin Veled, [79] Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmîzî, [80] Şems-i Tebrizî, [81] Mevlânâ Celâleddin, [82] Şeyh Selâhaddin, [83] Çelebi Hüsâmeddin[84] ve Kerimeddin b. Bektemur’dur.[85]

Divanında ise yine bu kişilerle birlikte daha çok Anadolu Selçuklu sultanları, emirleri ve ileri gelenleriyle Moğollardan bir genel valiyi ve aile fertlerini övmüştür. Bunlar, Mevlânâ Celâleddin, [86] Şeyh Selâhaddin, [87] Hüsâmeddin Çelebi, [88] Seyyid Burhaneddin ve Şems-i Tebrizî.[89] Sultan Gıyâseddin Mesud III, [90] Emir Alemeddin Kayser, [91] Emir Necmeddin, [92] Muineddin Pervâne[93] ve babası Mühezzebeddin, [94] Vezir Sahip Ata Fahreddin Ali[95] ve oğlu Taceddin Hüseyin, [96] Şerefeddin b. Hatıreddin, [97] IV. Rükneddin Kılıç Arslan ve oğlu;[98] eşi Gumaç Hatun, [99] kızı Selçuk Hatun ve annesi Fatma Hatun, [100] Tabip Ekmeleddin, [101] Mecdeddin Ali b. Muhammed, [102] Ahî Sadeddin, [103] Ahî Muhammed Seydâverî, Ahî Kayser, Ahî Çoban, Ahî Muhammedşâh, Ahî Yusuf ve Ahî Sadedin, [104] Bayburtlu Ahî Emir Ahmed[105] ve 678 (1279)’de doğan ve Şemseddin Muhammed adını verdiği bir çocuğun doğumu nedeniyle çocuğun babası Ali, [106] Danişmendiye vilayetinin kadısı Kemâleddin-i Kâbî, [107] Kayseri şehri hakkında yazdığı kasidesinde[108] Ayinedâroğlu Hüsâmeddin, Gürcü Hatun, Kayseri kadısı, Hamza adlı bir bey, şehrin komutanı ve Ahî Emir Hacı ile Husam-ı Afsah adlı iki zat; Moğollardan Anadolu genel valisi Samagar Noyan, eşi Kultak, kızı Novaki ve oğlu Arap Noyan[109] ve kendi kardeşi Alâeddin’dir.[110]

Sultan Veled, şehirlere ve şehirlerde yaşayan insanlara da övgü şiirleri söylemiştir. O, bir kıtasında[111] Konya şehrini ve bir kasidesinde[112] Konya halkını; bir kasidesinde[113] Aksaray şehrini ve halkını; bir başka kasidesinde[114] Kayseri şehrini ve halkını; bir kıtasında[115] da Kütahya şehrini övmüştür.

*     Prof. Dr., Atatürk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Fars Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı (veyis0065@hotmail.com).

[1]     Bediüzzaman Furûzanfer, Mevlânâ Celâleddin (çev. F. Nafiz Uzluk), İstanbul 1986, s. 5, dipnot 10; Eflâkî, Menâkibü’l-‘ârifîn, (nşr. Tahsin Yazıcı), Ankara 1980, I, 26.

[2]     Sultan Veled, Velednâme (nşr. Celâl Humâî), Tahran 1315 hş., s. 218; Eflâkî, a.g.e., II, 994.

[3]     Sultan Veled, Velednâme, 218; Eflâkî, Menâkıbu’l-‘ârifîn, II, 785.

[4]     Kureşî, Muhyiddin Ebû Muhammed Abdulkâdir, Cevâhirü’l-mużıyye (nşr. Abdülfettâh M. el-Hulv), Kahire 1413 h., I, 313; Taşköprizâde, Mevżû‘âtü’l-‘ulûm (trc. Kemâleddin Muhammed), İstanbul 1313, I, 747; Kâtib Çelebî, Keşfü’z-zunûn (nşr. Şerefeddin Yaltkaya ve Kilisli Muallim Rifat), İstanbul 1943, II, 2025; Sa‘îd-i Nefîsî, Târîh-i Nazm u Nesr, Tahran 1363 hş., I, 199; Şemseddin Sâmi, Kâmûsü’l-a‘lâm, İstanbul 1311/1894, IV, 2601; E. J. Gibb, A Literary History of Persia, London 1958, I, 155; Nazmî-yi Tebrizî, Düvîst Suhenver, Tahran 1363 hş., s. 146.

[5]     Bkz. Divan-ı Sultan Veled, Velednâme, Rebabnâme ve İntihânâme.

[6]     Eflâkî, a.g.e., I, 7, 268, 333-334; Câmî, Nefehâtü’l-üns, s. 457;  Kureşî, Cevâhirü’l-mużıyye, I, 313; Taşköprizâde, Mevżû‘âtü’l-‘ulûm, I, 747; Hândmîr, Habîbu’s-siyer, III, 115.

[7]     Sultan Veled, Velednâme, s. 2.

[8]     Furûzanfer, Mevlânâ Celâleddins. 34.

[9]     Eflâkî, a.g.e., , II, 784.

[10]    Eflâkî, a.g.e., II, 785.

[11]    Eflâkî, a.g.e., II, 787.

[12]    Eflâkî, a.g.e., II, 785.

[13]    Eflâkî, a.g.e., II, 809.

[14]    Eflâkî, Menâkibü’l-‘ârifîn, I, 548.

[15]    Kureşî, Cevâhirü’l-mużıyye, I, 313-314; Taşköprizâde, Mevżû‘âtü’l-‘ulûm, I, 747.

[16]    Eflâkî, a.g.e., , II, 786; Câmî, Nefehâtü’l-üns, s. 469.

[17]    Sultan Veled, Velednâme, s. 196.

[18]    Sultan Veled, Velednâme, s. 197-198; Eflâkî, a.g.e., I, 86-88.

[19]    Sultan Veled, Velednâme, s. 45-49; Eflâkî, a.g.e., II, 696.

[20]    Sultan Veled, Velednâme, s. 53-65; Eflâkî, a.g.e., II, 704-705.

[21]    Eflâkî, a.g.e., II, 731.

[22]    Sultan Veled, Velednâme (mukaddime), s. 60-61.

[23]    Sultan Veled, Velednâme, s. 113-122;

[24]    Sultan Veled, Velednâme, s. 122-123; Eflâkî, a.g.e., II, 785-786.

[25]    Sultan Veled, Velednâme, s. 123; Eflâkî, a.g.e., II, 780.

[26]    Sultan Veled, Velednâme, s. 127-128.

[27]    Sultan Veled, Velednâme, s. 139-140.

[28]    Sultan Veled, Velednâme, s. 325-327.

[29]    Sultan Veled, Velednâme, s. 331.

[30]  Sultan Veled, Velednâme, s. 129.

[31]  Sultan Veled, Velednâme, s. 129-130.

[32]  Sultan Veled, Velednâme, s. 130-131.

[33]    Sultan Veled, Velednâme, s. 155.

[34]    Sultan Veled, Velednâme, s. 155-156.

[35]    Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul 1983, s. 34.

[36]    Eflâkî, a.g.e., II, 823; Sipehsâlâr, Feridun b. Ahmed, Zindegînâme-i Mevlânâ Celâleddin-i Mevlevî (nşr. Sa’îd-i Nefîsî), Tahran 1325 hş., s. 151; Câmî, Nefehâtu’l-uns, s. 472.

[37]    Eflâkî, a.g.e., II, 823; Sipehsâlâr, Feridun b. Ahmed, Zindegînâme-i Mevlânâ Celâleddin-i Mevlevî (nşr. Sa’îd-i Nefîsî), Tahran 1325 hş., s. 151; Câmî, a.g.e., s. 472.

[38]    Eflâkî, a.g.e., II, 823.

[39]    Eflâkî, a.g.e., II, 719-721.

[40]  Eflâkî, a.g.e., II, 995.

[41]  Eflâkî, a.g.e., II, 817-818, 995-996.

[42]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 113.

[43]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 198.

[44]  Sultan Veled, İbtidânâme (çev. Abdülbaki Gölpınarlı), Ankara 1976, s. V.

[45]  Sultan Veled, Velednâme, s. 158.

[46]  Sultan Veled, Velednâme, s. 158-159.

[47]  Geniş bilgi için bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 35.

[48]    Sultan Veled, İbtidânâme, s. V.

[49]    Gölpınarlı, a.g.e., s. 39.

[50]    Gölpınarlı, a.g.e., s. 40.

[51]    Eflâkî, Menâkibü’l-‘ârifîn, II, 793-794.

[52]    Eflâkî, a.g.e., II, 808-809.

[53]    Daha fazla bilgi için bkz. Veyis Değirmençay, “İntihânâme Mesnevisi’nde Mevlânâ ve Mevlevîlikle İlgili Anlatımlar”, Yedi İklim, S. 84, s. 53-58; Eflâkî, a.g.e., I, 83-84; II, 680-681.

[54]    Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 47, 48, 205, 277, 288, 330, 311-312; Eflâkî, a.g.e., II, 611-613, 779-780, 800, 811-812.

[55]    Gölpınarlı, a.g.e., s. 374-375.

[56]    Eflâkî, a.g.e., II, 790-791 ve 797-799.

[57]    Sultan Veled, İbtidânâme, s. VIII.

[58]   Eflâkî, a.g.e., II, 801.

[59]  Eflâkî, a.g.e., II, 801.

[60]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 506.

[61]  Eflâkî, a.g.e., II, 808-809.

[62]  Eflâkî, a.g.e., II, 790-791.

[63]  Eflâkî, a.g.e., II, 797-799.

[64]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 27.

[65]    Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 174.

[66]    Değirmençay, Veyis, Sultan Veled ve Rebabnâme (Basılmamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü), Erzurum 1996, (metin), s. 124.

[67]    Değirmençay, Sultan Veled ve Rebabnâme, (metin), s. 124-128.

[68]    Sultan Veled, Maarif, Ankara 1966, s. 230-231.

[69]    Sultan Veled, Maarif, s. 231.

[70]    Sultan Veled, Maarif, s. 255-256.

[71]    Daha fazla bilgi için bkz. Veyis Değirmençay, “İntihânâme Mesnevisi’nde Mevlânâ ve Mevlevîlikle İlgili Anlatımlar”, Yedi İklim, S. 84, s. 53-58; Eflâkî, Menâkıbu’l-‘ârifîn, I, 83-84; II, 680-681.

[72]    Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 47, 48, 205, 277, 288, 330, 311-312; Eflâkî, a.g.e., II, 611-613, 779-780, 800, 811-812.

[73]    Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 374-375.

[74]    Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 352-353.

[75]    Sultan Veled, Maarif, s. 378-379.

[76]    Sultan Veled, Maarif, s. 8-10.

[77]    Değirmençay, Sultan Veled ve Rebabnâme, (metin), s. 9-11, 65-68.

[78]  Sultan Veled’in bu görüşleri, Velednâme, Rebabnâme ve İntihânâme mesnevileri ile Maarif’’inden alınmıştır.

[79]  Sultan Veled, Velednâme, s. 187-193, 217-218.

[80]  Sultan Veled, Velednâme, s. 179-180, 196-197.

[81]  Sultan Veled, Velednâme, s. 42, 49, 197-198, 288-294.

[82]  Sultan Veled, Velednâme, s. 41-42, 121-122, 193-195, 254-261, 294-295.

[83]  Sultan Veled, Velednâme, s. 63-65.

[84]  Sultan Veled, Velednâme, s. 113-116, 121-124, 139, 286-287.

[85]  Sultan Veled, Velednâme, s. 326-328, 330.

[86]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 497-498 ve 573.

[87]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 482-483.

[88]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 498, 533-534, 466-468, 480.

[89]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 480 (Çelebi’yi övdüğü şiir içinde).

[90]  Sultan Mesud III hakkında yazılan manzumeler yukarıdaki sıraya göre: Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 464-466, 486-489, 536, 480, 468, 469-470, 582.

[91]  Emir Alemeddin Kayser’e dair manzumeler yukarıdaki sıraya göre: Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 8, 8-9, 461-462, 477, 516-519, 530-532, 602, 483.

[92]  Sultan Mesud III’ün övgüleri içinde: Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 486-489.

[93]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 484-486; 592, 597

[94]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 484-486.

[95]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 502-503.

[96]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 489-490, 471-474.

[97]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 480-481.

[98]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 508-510.

[99]   Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 491.

[100]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 491-493.

[101]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 494-496.

[102]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 479.

[103]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 490-491.

[104]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 526-527.

[105]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 493-494.

[106]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 504.

[107]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 23-24.

[108]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 483.

[109]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 533.

[110]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 573, 578.

[111]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 506.

[112]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 470.

[113]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 470-471.

[114]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 483.

[115]  Sultan Veled, Divan, Rabbânî, s. 506-507.